Kendi Dilinden Kadir Mısıroğlu

Terceme-i Hâl

1933-1991

1933 yılı Ramazan-ı Şerifi’nin yirmi yedisinde yani “Kadir Gecesi” seher vakti Dünya’ya gelmişim. O saat mahallemizin Câmii Şerifinde âdet üzere “Seher Mukabelesi” okunuyormuş. Bu mukabeleyi takip etmekte olan babamın kulağına o anda müjdeyi fısıldamışlar ki, tam “Sûre-i Kadir” okunuyormuş. Bu sebeple ismimin “Kadir” olarak konulmasını gönlünden geçirmiş.

Doğduğum ev Akçaabat’ın Dürbinar Mahallesi’nin “Dere Mahallesi” denilmekle mâruf semtinde iki katlı, ahşap kâgir karışığı bir evdi. Hâlâ ayakta olan bu ev ailenin köyden şehre indiğinde yerleşmiş olduğu ilk evdir.

İsmimin Kadir olarak konulmasına babaannem itiraz etmiş ve Dedemin adını bana vermekte direnmiş, Dedemin adı aslında “Kâzım”mış. Fakat güzellik ve yakışıklılığından kinaye “Paşa, Paşa…” diye sevilirken Kâzım unutulup Paşa umûmileşmiş.

Bundan dolayı babaannemi de tatmin maksadıyla bana “Kadir Paşa” adını vermişler. Lâkin babam bu ismi nüfusa Paşa’sız olarak kaydettirmiş. Esasen bir yıl sonra da çıkarılan bir kanunla paşa sözü diğer birçok elkabla birlikte yasaklanmıştır. Buna rağmen, mahallede hep “Kadir Paşa” olarak anılagelmişimdir. Dedemin mezarı Dürbinar mahallesindeki aile kabristanı-mızdadır. 1975 yılında vefat eden babam 1991 sonlarında vefat eden vâlidem ve diğer akrabalarımız da orada yatmaktadır.

Vâlidem Sâriye Hanım da ebâ ecdad Akçaabatlı olup kazanın en eski ve mâruf âilesi “Hacısâlihoğulları” ndandır.

Vâlidemin anlattığına göre hiç ana sütü emmediğimden, çocukken gâyet cılızmışım. Hatta bu sebeple dört yaşına kadar yürüyememişim. Bir gün kapıya gelen dilenci kılıklı biri Vâlideme:

“ – Bu çocuk neden hep oturuyor?” diye sormuş. vâlidem de cılızlıktan yürüyemediğimi izah edince adam:

“ – Siz buna bir kurban kesiniz, kurbanın kanıyla kendisini belden aşağıya yıkayınız, kan vücûdunda üç gün kalsın. Üç gün sonra normal su ile yıkayıp kanları temizleyiniz. Allah (c.c.)’ın izniyle yürür!..” demiş.

Vâlidem kendisine bir ikram için odaya girip çıktığında kapıdaki bu zatın kaybolduğunu görmüş. Bu işte bir fevkalâdelik olduğunu düşünerek o gün adamın dediğini yapmış ve böylece yürümüşüm.

Cılızlığım sebebiyle yedi yaşıma bastığımda mektebe gönderilmedim. Bu husustaki yalvarmalarım fayda vermedi. Bir yıl sonra yani, sekiz yaşında Akçaabat Merkez İlk Mektebi’ne başladım. İslâm aleyhtarlığının en şiddetli bir sûrette yürütüldüğü zamandı. Mektebe başlamadan önce Kur’an Hocası’na gitmiştim. Hocanın defaatle Jandarmalar tarafından basılması yüzünden, ancak bir hatim indirebildim.

İlk tahsilimi tamamıyla bu Merkez İlk Mektebi’nde bitirdim. O sene kazamızda bir orta mektep yapılmasına başlanmış fakat bitirilmemişti. Babamsa beni okutmak istemiyordu. Bu sebeple devre arkadaşlarımdan bazıları orta mektep tahsili için Trabzon’a gittikleri halde, babam beni bir terzi yanına çırak olarak verdi. Fakat benim böyle bir işle vakit geçirmeye hiç de niyetim yoktu. Bu bakımdan sık sık terzi dükkânından kaçıyordum. O sıralarda başta Hz. Ali cenkleriyle ilgili kitaplar olmak üzere, ne bulursam okuyordum. O derece ki, her an elimde kitap bulunduğundan söylenen söz kulağıma girmez, bana havale edilen işleri yanlış yapardım. Bir gün böyle bir hâlime kızan vâlidem biriktirebildiğim bütün kitapları avluya dökerek yakmıştır. Bu kadar anormal okuma hevesimin sonunda şuurumun bozulacağından korkuyorlardı.

Ertesi yıl orta mektep ikmal edildi. Talebeler kaydolmaya başladılar. Babam beni okutmamak için hâlâ direniyordu.

“ – Bir tek oğlum var, okuyup da memur olur giderse ocağım söner” diyordu. Lâkin sağın, solun zorlaması, hocalarımın baskısı neticesinde onun mukavemetini kırabildik. Böylece yirmi bir numara ile Akçaabat Orta Mektebi’ne en son kaydolan talebe olabildim.

O yıl (1947) Büyük Doğu ile tanıştım. İlk mektepten itibaren parlak bir talebeydim. Hocalarım beni el üstünde tutarlardı. Hariçten ne bulabildimse okumam sebebiyle dâima sınıf arkadaşlarımın üstünde bir seviyem vardı. Büyük Doğu, CHP, M. Kemal Paşa ve inkılâplara bakış açımın teşekkül etmesinde mühim bir merhale oldu. Esasen öteden beri evimizin dindar havasında bunlar menfur ilân edilmiş olduklarından bende, bu istikamette bir temâyülün ilk nüvesi mevcuttu.

Orta mektep ikinci sınıfta okurken (1948) sınıf arkadaşlarımla vâki bir münakaşa mektep dışından idareye aksettirilmiş ve bundan dolayı bir haftalık “Tard-ı Muvakkat” yani geçici uzaklaştırma cezası almıştım. Sebep gâyet basitti: Bu münakaşanın mevzuu M. Kemal Paşa’nın şahsiyet ve hareketleriydi. Bu hususta serdettiğim fikirler, idarece suç telakki edilmiş ve bir hafta mektepten uzaklaştırılmıştım. Eğer fevkâlâde zeki bir talebe olmasaymışım, beni büsbütün kovacaklarmış. Babam bu ceza işiyle hiç alâkadar olmadı. Belki de kovulmadığıma üzülmüştür. Lâkin bu sûretle başlayan yakın tarihimizle alâkalı bir bakış açısı, zamanla gelişecek, hayat ve mücâdelemin hâkim çizgisini teşkil edecekti.

Hafta sonları, Trabzon’a gidip gelmeye başladım. Trabzon Lisesi’nde ve Trabzon Muallim Mektebi’nde bazı milliyetçi arkadaşlar edindim. Bunlar vasıtasıyla Sebilürreşad ve Serdengeçti mecmualarından haberdar oldum.

O sırada güdümlü demokrasi mücâdelesinin hızlanmasıyla dindar insanlar da milliyetçilik adı altında yavaş yavaş fikirlerini izhar etmeye başlamışlardı. Bu sebeple üç-beş sayı çıkıp batan birkaç sayfalık gazete ve dergiler görülüyordu. Bunların her birinden bir şey kapmışımdır.

1950 yılında Trabzon Lisesi’ne başladığım zaman, şahsiyet ve fikirlerim ana hatlarıyla tebellür etmiş bulunuyordu. Kendime göre fikrî bir muhitim de vardı. Sık sık anma günleri yapar, Mehmed Akif, Kâzım Karabekir ve hatta Mareşal Fevzi Çakmak için bile mevlüd okutmaya kadar varan, alâkalar içinde davayı terennüm etmeye çalışıyordum ki; bunlardan bazıları mahallî gazetelere de aksetmiştir.

Bu sırada dört küçük milliyetçi teşekkülün birleşmesiyle vücud bulan “Türk Milliyetçiler Derneği”nin Akçaabat Şubesi’ni açtım ve 1953 yılında DP hükümetince basit bir bahane ile kapatılıncaya kadar başkanlığını deruhte ettim. En yakın arkadaşım bilahare 27 Mayıs İhtilâli hengâmında öldürülen Özdemir Kazancıoğlu idi. Onunla gece gündüz beraberdik.

Trabzon Lisesi benim için İslâmî mücâdele bakımından dört fırtınalı yıl olarak geçmiştir. O zamanlar liseler dört yıldı. Heyecan ve asabiyetim had safhada olduğundan, nasıl olup da o mektebi bitirebildiğime hâlâ şaşarım.

1953 yılında İstanbul’un Fethi’nin beş yüzüncü yıldönümü dolayısıyla yapılan kompozisyon yarışmasını kazanarak bir güzel dolmakalem mükâfat olarak aldım.

Bütün lise hayatım boyunca iki dindar hocayla karşılaşabilmişim. Bunlar coğrafya muallimi merhum İsmail Hakkı Berkmen ile halen hayatta olan Ahmet Saka Bey’lerdi. İdâre ve müdürümüz dindarlık ve milliyetçiliğe haşin bir sûrette karşıydı. Bundan dolayı pek çok kereler disiplin kuruluna girip çıkmak mecburiyetinde kalmışımdır. Bu arada binbir güçlükle temin edebildiğimiz namaz odasına asılmış olan bir takvimin kartonundaki M. Kemal Paşa resmini yırtma sebebiyle üç gün “Tard-ı Muvakkat” cezasına çarptırılışım zikre değer. Bilahare büyütülen bu hâdise yüzünden, mezûniyet ve olgunluk imtihanları arasında tamamen mektepten uzaklaştırılma cezasına çaptırıldım. Ayrıca, güya beni himaye etmiş olmak töhmetiyle o zamanın baş muavini İsmail Hakkı Berkmen ve edebiyat muallimi Kaya Bilgegil (sonradan Profesör) de altı ay vekâlet emrinde kalmak sûretiyle iz’ac olunmuşlardır. Ben de müteakip imtihanlar için Giresun’a gittim. O zaman olgunluk imtihanı dört dersten yapılırdı. Sualler Bakanlıktan gelirdi. Yolda imtihanların birini kaçırmıştım. Diğerlerini Giresun’da vermiştim. Kaçırdığım imtihan için 1954 Ekim’inde Erzurum’a gittim. Bu dersin imtihanını da Erzurum Lisesi’nde vererek nihâyet lise mezunu olabildim.

Lâkin lise devremdeki mücadeleler tâfsilatıyla okunmaya değer mâhiyettedir. Davamızın o günkü şartlarının anlaşılması bakımından hâiz-i ehemmiyet olan bu devreyi, çeşitli yönleriyle anlatan “Geçmiş Günü Elerken I-II” serlevhalı esere bakılabilir.

Artık yüksek tahsil için İstanbul’a gitmem gerekiyordu. Babamın bu husustaki muhalefetini bertaraf etmek kolay olmadı. O sırada mahallemizde bir kız delirmişti. Okuma arzusuna set çekildiği için delirdiği şâyiası babamı biraz yumuşatır gibi oldu. Lâkin para vermeyerek Akçaabat’tan ayrılmamı önlemeye çalışıyordu. Zavallı anacağım aynı zamanda terzilik eder, şuna buna dikiş dikerdi. Yedi yüz lira para biriktirmiş imiş. Bunu bana verince, son müşkül de hallolmuş oldu.

Üç günlük bir vapur yolculuğundan sonra 6 Ekim 1954′te İstanbul’a ayak bastım. Her taraf bayraklarla donatılmıştı. İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluş yıldönümü imiş. Boğazı hayranlıkla seyrederek Galata’da karaya ayak bastım. Bir müddet Edirnekapı’daki eniştemin yanında, bir müddet de Fatih Sarıgüzel’deki babamın teyzesinin yanında kaldım. Hukuk Fakültesi’ne kaydımı yaptırarak bilahare Trabzon Liselerinden Yetişenler Cemiyeti’nin Soğanağa semtindeki yurduna yerleştim.

Fakülte hayatım lisedekinin birkaç katı daha hareketli ve mücâdeleli geçti. Bunun bir kısım tafsilâtını da yine “Geçmiş Günü Elerken” adlı eserimde bulabilirsiniz. Ehemmiyetli olanı bir taraftan çalışarak, diğer taraftan da okumak sûretiyle fakülteyi yürütmüş olmam ve dava için uğraşmaktan bir an bile geri durmamamdı. Trabzon Liselerinden Yetişenler Cemiyeti’nin yurdundaki ikametim bir yıl sonra o cemiyetin başkanlığını yapmamı ve bu başkanlıkta yurtçuluk meselesini öğrenmemi intaç eylemiştir. Üniversite talebeliğim esnasında yedi talebe yurdu açıp çalıştırmışımdır ki bunların en meşhurları “Vefa”, “Seyhan”, “Karadeniz” ve “Yıldız” talebe yurtlarıdır. Dava yönünden genç insanlarla meşgul olmak için en müsait müessesenin yurt olduğunu ilk keşfeden benim, desem herhalde yanlış olmaz, o derecede ki mâhud dönme Ahmed Emin Yalman o tarihlerde vatan gazetesinde bu faaliyetimden dolayı aleyhime bir başyazı yazmıştır.

1961 yılında Aynur (Aydınaslan) ile evlendim. Sırasıyla Abdullah Sünusi (1963), Fatıma Mehlika (1965) ve Mehmed Selman (1973) isimli üç evladımız oldu.

Fakülte yıllarından itibaren neşriyat ve konferanslar vermeyi hızlandırarak hukukçuluktan çok tarihçiliğe meylettim. Yakın tarihimiz üzerindeki araştırmalar daha çok alâkamı celbediyordu. Vâsıl olduğum kanaatleri, izhar ve ifadenin kanûnî güçlüklerine rağmen yazıp söylemekten geri kalmadım. Daha önceleri çeşitli mecmua ve gazetelerde çoğu müstear adlarla yazılar yayınlamıştım. Öz adımla matbuat âleminde ilk görünüşüm 1948 yılındadır. Bu çocuksu bir şiirdir ve Yeni Polathane Gazetesinde yayınlanmıştır. Polathane, Akçaabat’ın eski adıdır. Fakülte yıllarımda merhum İlhan Darendelioğlu‘nun çıkarmakta olduğu Toprak Dergisine de Mehmed Meriçgiller nâm-ı müstearı ile birkaç yazı yazmıştım.

İlk eserim “Lozan Zafer mi, Hezimet mi ?” adlı araştırmanın birinci cildidir. İlk tabı 1964 yılında yapılmıştır. Aynı yıl “Sebil Yayınevi”ni kurmuştum. Bu eser yayınevinin ilk kitabı oldu. 1970 yılındaki genişletilmiş ikinci tabı 5816 sayılı “Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun”a istinaden toplattırılmış, hakkımızda dava açılmış ve bu dava 1974 umûmî affı ile bir karara iktiran etmeksizin düşmüştür.

1970 yılı ocak ayında İstanbul Milli Türk Talebe Birliği’nde “Harf İnkılâbı” ile alâkalı bir konferansım dava mevzuu yapılarak hakkımda Eskişehir Örfî İdare Askerî Mahkemesi’nce yedi sene hapis beş sene amme haklarından men ve yirmi ay sürgün cezası verilmiştir. Hem kanunî ikamet-gâhım ve hem de konferansın verildiği yer İstanbul olduğu halde, Eskişehir’in bir selâhiyet tecâvüzü ile bu davaya bakmasındaki garabet ve hukukun defaatle nasıl çiğnenmiş olduğunu göstermek için ciltler dolusu yazmak gerekir. Şahitlerin hapsedilmesinden tutunuz da, askerî şahısların kendi fiilleri hakkında şahit olarak dinlenmelerine ve hatta önce beraat olarak yazılmış olan kararın kumandan İrfan Özaydınlı’nın baskısıyla yırtılıp yedi sene hapse tahvil edilmesine kadar nice nice kanunsuzlukların sergilendiği bu macerayı – inşallah – müstakil bir eser halinde kaleme alacağım.

Hükmedilen cezanın infazı Eskişehir Sivil Cezâevi‘nde başlayıp İstanbul Sağmalcılar Cezaevi, ve Bakırköy Akıl Hastahânesi Adlî Servis merhalelerinde geçtikten sonra Cerrahpaşa Hastahânesi Psikiyatri Kliniği‘nden 1974 Yılı Mayısında çıkarılan umûmî afla nihayete ermiştir. Lâkin bu benim ilk hapsedilişim değildir. Merhum Necip Fazıl Beyle yakınlığım dolayısıyla resmî bir sürü istintak geçirmiş ve nihayet 27 Mayıs 1960 İhtilâli’nden sonra hapsin hem de “Kızgın Askerler” kontrolündeki en şiddetli nev’ini tatmıştım. Aziz Nesin’le Nâdir Nâdi arasındaki bir kalem münakaşasından başlayıp garip şekiller geçirdikten sonra benim Bursa’da Çekirce Kaplıcaları’ndan alınıp İstanbul’a getirilmem, İstanbul Harbiye Binasındaki hücrelerden birine hapsedilmem, bilahare Balmumcu Askerî Kışlası’ndan tahliye edilmemle ilgili tafsilât da müstakilen yazılmaya değer mâhiyettedir.

1964 yılında “Sebil Yayınevi”ni kurup kendimi tamamen neşriyata verdim. 1970 yılında Harf İnkılâbı ile ilgili mezkûr konferansım yüzünden, mâruz kaldığım hapsedilme macerasından sonra yine aynı işe devam ettim ve 1976 yılı başından itibaren haftalık olarak Sebil Dergisi’ni çıkarmaya başladım. Bu dergideki yazılarımdan dolayı kısa bir müddet sonra hakkımda M. Kemal Paşa ile ilgili mâhud kanun ve 163. maddeye istinaden sayısız dava açılması üzerine yeniden hapse girmeyi bertaraf etmek ümidiyle 1977 umûmî seçimlerinde MSP’den Trabzon mebus namzedi oldum. Listede ikinci sıraya konulmam sebebiyle kazanamadım. Ertesi yıl aynı partiden İstanbul senato namzedi oldum. Yine ikinci sıraya konulmuş olduğum için kazanamadım.

1978 yılında MSP Merkez Umûmî Heyeti’ne (Genel idare Kurulu) seçildim. Bu vazifedeyken 12 Eylül 1980 İhtilâli oldu ve 13 Ekim 1980 tarihinde bütün merkez Umûmî Heyeti hakkında tevkif kararı verildi. Bunun üzerine hakkımda daha evvel açılmış olan davaların, MSP davasıyla birleşmesinden doğacak psikolojik ağırlıktan kurtulmak isteyen bazı arkadaşlarımızın ısrarı sebebiyle yurtdışına çıktım, Almanya’da ikamet hakkım olduğundan Frankfurt’a yerleştim.

Böylece vatan-ı azizimden ayrıldığım zaman, arkada otuzdan fazla ağır cezalık dava bırakmış durumdaydım. Bilâhere çoluk çocuğumu yanıma getirttim. Almanların benden gayrısına oturma müsaadesi vermemesi üzerine, hep birlikte İngiltere’ye geçtik.

Gurbete hazır değildim. Mâlî imkânlarım mahduddu. Bu sebeple gâyet sıkıntılı bir gurbet çilesi içinde boğuşurken 1983 yılı başlarında gazete, radyo ve televizyon anonslarıyla yurda dönmeye dâvet olundum. Dâvete icabet etmediğimden bilahare Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığından tard edildim. Bu sebeple İngiltere’den siyasî iltica hakkı istedim. Bunun için 7 Eylül 1983 tarih ve 18158 numaralı kararın yayınlandığı Resmî Gazete’yi göstermem kâfî geldi. Daha sonra ecdaddan kalma gayrimenkullerim hazinece haraç-mezat sattırıldı. Bu yetmiyormuş gibi 1984 yılında da kitap depomuz yaktırılarak iktisaden çökertilmem için elden geleni yaptılar.

Çoluk çocuğumla Londra’da oturmaktayken geçimimi sağlayacak bir iş kuramadığımdan bir buçuk yıl sonra iş ve geçim mecburiyeti beni tekrar Almanya’ya dönmeye zorladı. Böylece “Gurbet İçinde Gurbet” denilebilecek bir çile çemberi içinde günlerimi geçirmek kaderimin garip bir cilvesi olmuştur.

1991 Yılında çıkarılan “Terör Kanunu” ile TCK’ndan mâhud 163.madde çıkarılınca aziz vatana avdet edebildim.

1991 – 2019

Kadir Mısıroğlu’nun Kendi Dilinden Osmanlılar İlim ve İrfan Vakfı’nın Kuruluşu

Vatana avdetten sonra ülke sathında çeşitli konferanslar vermekle ve yazıhânemdeki işlerle meşguldüm. Fakat yazıhânedeki işlerimle iktifa etmek istemiyordum. Bir vakıf veya dernek bünyesinde daha geniş kitlelere hitap emek arzusunda idim. Dergimi çıkaramadığıma göre benim gençlerle sohbet edebileceğim veya konferans verebileceğim bir yer olmalıydı.

Dâru’z-ziyâfe denilen dökümcü Şevket Bey’in Alibeyköy’ündeki Fabrikası’nın üst katında sık sık sohbetler yapıyordum. Lâkin o zât mevkî sâhibi adamları çağırıyor, talebe veya halktan insanlara aslâ iltifat etmiyordu. Bu sebeple o sohbetler, beni tatmin etmiyordu. Benim iştahım gençlere karşı idi. Şevket Bey ise, âdetâ zengin ve makam sahibi insan koleksiyoncusuydu.

Bu sırada kapalı bulunan Tercüman Gazetesi’ni bana vermek istediler. O günkü sahibi gazeteciden çok iş adamı bir patron olan Sedat Çolak’tı. Meğerse bu adamın İski nezdinde havzadan çıkarmak istediği yerler vardı. Beni bu iş için bir hayli kullandıktan sonra gazete meselesini suya düşürdü. Ben de bir yerde yazmak ve millete her gün hitap etmek istiyordum. Tercüman geçmişi olan bir gazete idi. Lâkin sahibinin aslında gazetecilik yapmaya niyeti yokmuş. Bu durum anlaşılana kadar bir hayli uğraştım ve pek çok kimseyle temas kurdum. Bu esnada Cuma Dergisi benim Tercüman Gazetesi’ni devralmak hususundaki teşebbüsümü haber yaptı. Ama ne haber!.. Benim arkamda Korkut Özal varmış! Parayı o verecekmiş! Birlikte Anavatan Partisi’ni canlandırmaya çalışacakmışız. Buna cevabım sert oldu. Lâkin dergide çalışanlardan hiç kimse bu haberi sahiplenmedi. Bazı vakıflarda istisnâî olarak konuşmalar yaptım. Bunlardan biri de Birlik Vakfı idi. Oradaki topluluk tam bana göre idi. Talebeliğinden beri tanıdığım ve idealistliğinden şüphe etmediğim Bahâüddîn Cebeci’ye dedim ki:

“– Ben boş duramam. Bir mekânda faaliyet göstermem lâzım. Bu işi sizin vakıfta yapabilir miyim?”

O takdirkâr sözlerden sonra

“– Senin voltajın çok yüksek, biz seni bünyemize alamayız!..” karşılığını verdi.

Tabiî oradaki idareci kadronun hissiyâtına tercüman oluyordu. Görüşünde isâbet vardı. Onlar mûtedil bir mücâdele grubuydular. Hakîkaten bir defâsında orada “İstiklâl Mahkemeleri” ile ilgili bir konuşma yapıyordum ki, idarecilerin telâşla kameraları kapattırdıklarına şahit olmuştum.

Bu sûretle anlaşılmış oluyordu ki, ben kendi çöplüğümü kurmalıydım. Bunun için teşebbüse geçtim. Hazırlık toplantılarının birkaçını Aziz Mahmud Hüdâyi Vakfı’nda bazılarını da Birlik Vakfı’nda yaparak, mes’eleye alâka duyanları bir araya getirip bir vakıf kurmaya karar verdim. Çeşitli istişârelerden sonra bu vakfın adı “Osmanlılar İlim ve İrfan Vakfı” olarak takarrur etti.

“Gelin bu vakfı beraber kuralım!” meâlinde gazetelere ilânlar verdim. İkibin beşyüz mürâcaat oldu. Bir vakfı bu kadar çok adamla kurmanın imkânsızlığı ortaya çıktı. Sonunda yedi kişiyle bu vakfı noterden ve binnetîce mahkemeden tescil ettirmiş olduk. Bu şahıslar benden mâadâ; İhsan Muhassıloğlu, Hacı Emin Orhan, Yusuf Cevahir, Yüksel Köse, Mahmut Nuroğlu, Veli Köksal idi. İlk adres benim Cağaloğlu’ndaki Sebil Yayınevi’ydi. Kuruculardan Mehmed Nuroğlu ve Emin Orhan hiçbir toplantıya gelmediler. İhtimal bugün bile vakfın satın alıp yerleştiği Üsküdar’daki “Mehmed Nasûhî Efendi Dergâhı” bitişiğindeki Vakıf Merkezi’nin nerede olduğunu bile bilmezler. Bu vakfın kuruluşunda Şeyh Nâzım Hazretleri’nin maddî ve mânevî pek çok desteğine mazhar olduğumuzu burada zikretmek gerekli bir kadirşinaslık olacaktır. Vakfın açılışını üç ayrı mekânda ve geniş bir programla gerçekleştirdik. Önce Şeyh Edebâli Hazretleri’ni ziyâret ettik. Orada, konuşmalar yaptık. Sonra Bursa’ya, Osman Gâzi Hazretleri’nin Türbesi başına geldik. Ertesi gün de bu merâsimi Eyüp Camii’nde ve Fatih Hazretleri’nin türbeleri başında yaptık. Burada da konuşmalar oldu. Mehter gösterileri oldu. Bu parlak merâsimlerin arkasından akşam Yıldız Bahçesi’nde Şâle Köşkü etrafında iki bin davetliye yemek verdik. Topluluktan para toplanması teklifine karşı çıktımsa da Şeyh Efendi’nin:

“– Kimsenin hayrına mâni olma!” tarzındaki îkâzı üzerine buna muvâfakat ettim. Bir tepsi dolaştırıldı. Binnetîce onbeş milyon civarında bir para toplandı. Şeyh Efendi’ye:

“– Değdi mi?” deyince şu karşılığı verdi:

“– Paranın azlığı işimizin doğruluğuna aldatmaz delildir. Bir talebe veya fakir bir kimse bu vakfa onbin lira vermek istese bunun için keseceğin makbuzun mâliyeti daha yüksek olsa bile onu al! Zîrâ onu veren kimse bu dâvaya mensûbiyetini ve alâkasını indallâh tescil etmek ihtiyacındadır!” dedi.

Gerçekten paranın azlığı davamın sağlamlığına bir delil olmak üzere hâlâ devam etmektedir. Zîrâ paralar lâyık oldukları yere giderler.

Vefatına Kadar Üstad Kadir Mısıroğlu

           Merhum Üstad Kadir Mısıroğlu, Osmanlılar İlim ve İrfan Vakfı’nı kurduktan sonra bu çatı altında faaliyetlerine devam etmiş, haftanın altı günü durmaksızın çalışarak okumuş, yazmış, konferanslar tertip etmiş ve bilhassa çok sevdiği gençlerle vakit geçirerek hemhal olmuştur.

           Vatana avdetinden sonra da davanın cefasına katlanan ve defalarca kanunî takibata uğrayan merhum, 2004 senesinde kurucusu olduğu Osmanlılar İlim ve İrfan Vakfı’ndaki odasında suikasta uğramış (hayatındaki 4. Suikast), sol dizinden vurulmasına rağmen Allahu Teâla’nın hıfz u inayetiyle hayatta kalmıştır.

           Üstad Kadir Mısıroğlu belki de hayatının en semereli zamanlarını vatana avdetinden sonraki işbu vetirede yaşamış; vefatına değin 40’ın üzerinde kitap telif etmiş, 2011 senesinde başladığı “Cumartesi Sohbetleri”ne vefatından üç ay evveline kadar devam ederek geride 226 nadide sohbet bırakmıştır. Cumartesi Sohbetleri haricinde çeşitli televizyon programlarına da katılan merhum kâh televizyon kâh dijital medya üzerinden kelam ile ve pek tabii kitap ve dergilerdeki yazılarıyla kalem ile davasını terennüm ettirmiştir.

           Geçirdiği rahatsızlık ile ecel-i mev’udu gelen merhum tıpkı doğduğu Kadir Gecesi gibi bir Ramazan-ı Şerif günü âlem-i cemâle doğmuş, bânisi olduğu Osmanlılar İlim ve İrfan Vakfı’nın bitişiğindeki Mehmed Nasuhi Efendi Dergâhı Haziresine sırlanmıştır.

Mevla rahmet eyleye…

Paylaş